Bilim Kurgu Manyağı
Bilim Kurgu Manyağı
Ah Pinbacker, Vah Pinbacker
Bilim Kurgu Manyağı'nın üçüncü bölümünde Sunshine filminde çok can yakmış Pinbacker karakterini masaya yatırıyoruz, daha sonra distopik geleceklerde hep kazanç peşinde koşan kötü dev şirketleri kısaca inceliyoruz ve Marthe Wells'in Murderbot serisinden bahsederek bölümü tamamlıyoruz. Kapanışta da V for Vendetta'dan V'nin bir sözünü anımsatıyoruz.
Merhaba, Bilim Kurgu Manyağı’na hoş geldiniz! Ben Gökhan Engin, ve Bilim Kurgu dünyasıyla ilgili bu kısa podcast’te sizi ağırlamaktan çok mutluyum.
(MÜZİK)
Bu yayında Bilim Kurgu dünyasının ilk bakışta göze görünür yüzünün arkasına bir göz atıp, bu ilk bakışla göremeyebileceğimiz ne gibi insan hikayeleri, ne gibi semboller, ne gibi fikirler ortaya çıkıyor, hep birlikte inceleyeceğiz.
Neden mi Bilim Kurgu? Çünkü Bilim Kurgu Tarih’e hep bir göz kırpar ve aslında insanlığın büyüme, yükselme ve özgürlük mücadelesini anlatır. Bundan da keyifli bir konu olabilir mi?
(MÜZİK)
Başlamadan formatı da çok kısa hatırlatayım. Podcast 2 ana kısımdan oluşuyor.
İlk kısımda bir insan hikayesine bakıyoruz. Burada bilim kurgu dünyasından bir karakteri inceleyeceğiz ve empati kurarak onu anlamaya çalışacağız.
İkinci kısımda ise yine Bilim Kurgu dünyasında gördüğüm ve günümüzdeki bilimsel ya da felsefi tartışmalarla ilgisi olan bir konuyu konuşacağız.
Kapanışa geçmeden önce de kısa bir şekilde, çok severek okuduğum ya da izlediğim bir Bilim Kurgu çalışmasından bahsedeceğim, belki okumamış ya da görmemiş olan bu vesileyle deneme fırsatı bulur.
Bugün 17 Ocak 2021. Haydi başlayalım.
(MÜZİK)
Bugün, insan hikayelerinde, konuşmak istediğim karakter Sunshine filminden Pinbacker.
Sunshine filmi benim için özel bir yeri olan bir film... hem insani hikayeleri, hem felsefi tartışma alanları, ve hem de görselliği ile beni etkileyen ve düzenli olarak geri dönüp tekrar seyrettiğim filmlerden biri… Aslında bilim kurgu dünyasında, Star Wars ya da diğer Hollywood filmlerine nazaran, çok da adı sanı duyulmamış. 2007 tarihli bir film.
Sunshine’da 2040’lı yıllarda güneş soğumaya başlamış ve dünya yavaş yavaş donarak bir buz devrine girmeye başlamış. Bu gidiş devam ettikçe sonunda dünya tamamen donacak ve insanlık da yok olacak. Tüm dünya devletleri ve halkları birleşerek, güneşe gidecek ve güneşin içinde patlatılarak güneşi tekrar canlandıracak devasa bir nükleer bomba geliştirirler. Bu bombayı özel bir gemiye koyarak içinde küçük bir mürettebatla güneşe yollarlar. Filmde, bombanın kütlesinin Manhattan adasına benzer olduğu belirtiliyor, büyüklüğün siz hayal edin.
Gemiye, Yunan Mitolojisinde güneşe doğru çok yakın uçtuğu için kanatlarını yapıştırdığı balmumunun erimesiyle dünyaya düşen ve ölen, İkarus’un adını verirler.
Bu ilk gemi başarıya ulaşamaz, beklenen zaman dilimi gelip geçer ama güneşte bir iyileşme görülemez, ve bir daha da haber alınamaz.
Bunun üzerine insanlar dünyada kalan tüm nükleer malzemeyi tüketerek ikinci bir gemi daha yaparlar. Bu son şanstır, çünkü tüm dünyada üçüncü bir bomba yapacak başka malzeme kalmamıştır. Bu deneme de başarılı olmazsa, insanlık ölecektir. Film de, 2057 yılında yola çıkan İkarus 2 adlı bu geminin ve mürettebatının -ve dolayısıyla da aslında tüm insanlığın- yaşam mücadelesini anlatır.
İşte böyle büyük bir baskı ve sorumlulukla, küçük ve kapalı bir ortamda, sonu büyük ihtimal ölümle bitecek bir intihar göreviyle, sevdiklerinden uzakta, uzayın karanlığında… Dünyanın çeşitli kültür ve ülkelerinden 8 bilim adamı ve astronot. Arada tabii bilimsel ve insani çok ilginç hikayeler ve gelişmeler olur… Asıl konumuz olmadığı için hızlıca geçiyorum.
Hızlanıp sona doğru gelelim, mürettebat, daha önce gönderilen ve 7 yıldır kayıp ya da yok olduğu düşünülen İkarus 1 gemisini bulur, oradaki bombayı da kullanabilme fikriyle gemiye yanaşıp onu da çalıştırmak isterler. Başarılı olamazlar, kazalar ve insan kayıpları olur. Fakat bu olaylar sırasında, farketmezler ki, günümüzün konusu olan Pinbacker kendi gemilerine geçmiş ve saklanmıştır.
Pinbacker işte bu birinci gemi olan İkarus 1’in kaptanı ve o ilk görevin de yöneticisidir. Bu filmi çok sevmemin bir sebebi ve Pinbacker’ı da seçmemin sebebi ise bu filmin, yine klasik bilim kurgu ve aksiyon öğelerini geçersek, bana ilginç şeyler düşündürmesi… Güneş ile İnsan arasındaki ilişki, dünyada hayatta olmamızı sağlayan enerji ve yaşam kaynağı Güneşin önemi, insanların yok oluş karşısında kendilerinden daha güçlü doğa unsurlarına mistisizm ile yaklaşımları, insanın yaratılışı, evrenin varoluşu ve ileride nasıl yok olacağı, evrendeki yaşamın kaynağı…
Daha önce de söylediğim gibi, Bilim Kurgu eserlerindeki ticari ya da olmazsa olmaz öğeleri dikkate almazsak, altlarında hep bir felsefi ya da insani hikayeler sinsilesi çıkar.
Pinbacker birinci gemiyi sabote eder ve mürettebatını öldürür. İkinci gemiye de aynısını yapmaya çalışır. Neden?
Buna cevap aramadan önce, son bir konuyu da aktarayım.
Gemide bir güneş gözlem odası bulunuyor ve orada ayarları kısarak güneşin ışığını açabiliyorsunuz. Dolayısıyla kendinizi plajda güneşlenirken ama çok daha yoğun bir güneş ışığı içinde hayal edin. Çevrenizi göremediğiniz, gözlerinizi açamadığınız, kapalı göz kapaklarınız arkasından bile gözlerinize ışık gelecek kadar güçlü bir ışık düşünün… Tabii ısı yüzünden anında cildiniz yanacak ve bronzlaşacaksınız… Bunu çok uzun süre yaptığınızı düşünün… Hem vücudunuza hem psikolojinize etkisi olacaktır. Pinbacker da işte bunu sıkça ve yoğun şekilde yapmaktadır.
Bunu ikinci geminin Psikoloğu olan Searle (Surul) kendi de sıkça denediği için çok güzel açıklıyor: “O yoğun Işık seni sarmalıyor. Sen oluyor. Çok garip. Tavsiye ederim.” Burada tabii ışığın biz olmamız, bizim de ışık olmamız anlamına geliyor bence.
Vücudundaki hasar ve bu deneyimin psikolojik etkileri Pinbacker’ın görevine ve insanlığa olan bakışını değiştirir. O artık, görevinin tersine, insanlığın aslında yok olmayı hakettiğini, ve büyük bir güç olan Güneş’e karşı durmaması gerektiğine inanmaya başlamıştır. Bir sözünde “Biz sadece birer tozuz, daha fazla birşey değil.” der. Güneşe çok yaklaştığı için güneşin gücünden ve ihtişamından etkilenmiş, eğitimi ve geçmişi bir şekilde silinmiş, ve insanlığın önemine inanmayı bırakmıştır.
Daha önce özetlediğim tüm unsurları düşünürsek, özetle Pinbacker nasıl bu hale geldi? Bunları konuşurken kendinizi onun yerine de koymaya çalışın.
- İnsanlıktan uzak, karanlık, soğuk, izole, 2 yıllık bir uzay seyahati
- Sonu büyük ihtimal ölümle bitecek umutsuz bir durum
- Başarısızlık ihtimalinde insanlığın yok olmasının sorumluluğu
- Manhattan büyüklüğünde bir bombanın üzerinde oturuyor olmak
- Daha önce yapılmamış güneşe yolculuk macerası
- Güneşe yaklaştıkça insanın ve insanlığın önemsizleşmesi
- Güneşe aşırı maruz kaldıkça oluşan fiziksel ve beyinsel tahribat
- Güneşteki aşırı yerçekimi etkisiyle bazı fizik kurallarının değişmesi ya da açıklanamayacak olayların olabilmesi, bu yüzden Bilim ile geçen bir ömrün sonunda mistik ve açıklanamayan olaylar olduğu zaman bilime inancın azalması
Tüm bunları düşündüğümüzde, lider pozisyonunda birisi olan Pinbacker’ın köşesine çekilip depresyona girmek yerine, yeni bir misyon edinerek ona yönelmesi çok şaşırtıcı değil. Her ne kadar bu misyon tüm insanlığın sonu olacaksa da...
Pinbacker, işte bu yeni misyonu olarak İkarus gemilerini durdurmayı seçer. Çünkü insanlık, kendisinin yok olmasına karar veren kader ya da o mistik güç neyse, onun karşısında haddini bilmek zorundadır. Bunun için cinayet ve sabotaj gibi aksiyonlara yönelir, 7 yıl gibi uzun bir süre hayatta kalabilecek inanç ve gücü kendinde bulur.
Evet kötü bir karakterdir, çok insanı öldürür ve neredeyse insanlığın da sonunu getirir, ama filmi bu gözle seyrettikten sonra, en azından klasik bir Hollywood kötü karakteri olmadığını, kişiliğinin ve davranışlarının arkasında ne gibi sebepler olduğunu daha iyi göreceksiniz.
Pinbacker filmde çok etkisi olmasına rağmen, çok diyaloğu olmayan bir karakter, çok sahnede de yer almıyor… Mark Strong tarafından canlandırılmış. Onu başka filmlerde gördüğümde aklıma artık hep Pinbacker ve Sunshine filmi geliyor.
Bu film bana insanlığın varolabilmesinin nasıl bir şans zincirine bağımlı olduğunu ve ne kadar büyük bir rastlantıya bağlı olduğunu düşündürüyor. Evrendeki çok büyük doğa güçleri karşısındaki güçsüzlüğümüzü hissettiriyor. Gerçekten yıldız tozundan yapılmışız, yıldızların oluşmasından kalan kalıntı serpintilerden oluşan gezegenlerde yaşayan yaratıklarız.
Bu güçsüzlük de bana, insanlar olarak bu dünyada kısıtlı kalmadan, bağımsızlığımızı ilan edip artık evrene açılmamız gerekliliğini düşündürüyor.
Tüm bunlar için Bilim Kurgu’ya sarılmamızdan daha doğal ne olabilir?
(MÜZİK)
İkinci kısımda incelemek istediğim konu ise Bilim Kurgu dünyasında, özellikle Distopya eserlerinde çok sıkça gördüğümüz bir konu; çok güçlenen ve devletleşen - genellikle de kötü tasviredilen - dev Şirketler konusu. Bununla ilgili birkaç aklımda yer etmiş örneği konuşmak istiyorum burada.
Distopya tabir ettiğimiz karanlık gelecekler tasvir eden eserlerde, genelde toplumların baskı altında tutulduğu yapılar görüyoruz. Bunlar Matrix gibi teknolojik, 1984 ya da V for Vendetta gibi bürokratik, Priest’deki gibi dinsel, Gattaca gibi biraz felsefik şekilde olabiliyor.
Bir de Şirketlerin/Kurumların çok güçlenerek insanlar üzerinde baskı rejimi ya da kontrolü kurabildiği gelecek ihtimalleri var. Bu tür hikayelerde, genellikle aşırı güçlenmiş bir ya da birden fazla şirketin, adeta birer devletleştiği, büyük oranda kaynağı ve insanı kontrol edebildiği, kendi ajandaları doğrultusunda ahlaki olmayan yollarla da kendi kazançlarını önceliklendirdiği bir dünya görüyoruz. Bu düzende genellikle çevre tüketilmiş ya da yok edilmiş, dünya bugüne nazaran yaşanmayacak hale gelmiş ve uzayda da kolonileşme başlamıştır. Bireysel haklar ve bireysellik büyük oranda baskılanmış, bu da genellikle iş ve maddi kazancın, eğitimin ve sosyal sınıflaşmanın katı kurallar çerçevesinde kontrolüyle olmaktadır. Böyle bir düzende herkes hayatta kalma mücadelesi verdiğinden, insani ve toplumsal kavramlar da önemini kaybetmiştir.
Şimdi bazı örneklere bakalım.
İlk olarak, benim favorilerimden Weyland-Yutani Corporation ile başlayalım. Alien evreni ve serisinin vazgeçilmez kötü Şirketi olan bu kurum, uzayda kendi kolonilerini kurup işleten, yaşanmaz dünyaları yaşanır hale getirebilecek teknolojiye sahip, hapishane kolonileri de işleten, uzayın çeşitli köşelerinde ticaret yapan ve etkin olan güçlü bir şirket. Alien yaratıklarını biyolojik silah gibi kendi projeleri için kullanmak isterler. İlk geliştirdikleri robotlar biliyorsunuz çok problemlidir, ilk film olan ve 2122 yılında geçen Alien’da Ash adlı robot şirketin emirleri doğrultusunda bilgi gizler ve yaratığın gemiye girebilmesine olanak verir. Daha sonra emirlerinin gerçekleştirebilmek için cinayet işlemeye çalışır. Serinin ikinci filmi olan Aliens filminde, Burke isimli çalışanları, yaratık örnekleri alabilmek için gezegende sağ kalan insanları yaratıklara öldürtmeyi göze alır. Filmin başında yaratıkların koloniye nüfuz etmesi de onun suçudur, onun kimseye haber vermeden aldığı kararlar sebebiyle olur. Hatta bunu, şirket içindeki pozisyonunu ilerletme ve kişisel kazanç için de yapar. Görüyoruz ki şirketin içinde genel bir ahlaksızlık, bireysel kazanç ve kontrolsüzlük ortamı bulunmaktadır. Alien serisi boyunca bu şirket hep kötü rolde karşımıza çıkmaya devam edecektir.
İkinci aklıma gelen örnek, Avatar filmindeki şirket. 2154 yılında Pandora gezegeninde geçen bu filmde, çok değerli Anobteniyum maddesini elde edebilmek için tüm gezegeni yok etmekten çekinmeyecek sert bir kapitalist düzen görüyoruz. Bir şirket burada madencilik ve sanayi çalışmaları yapmakta ve doğal zenginlikleri sömürmek peşinde. Resources Development Administration (RDA) isimli bu şirket yarı devlet statüsünde çok güçlü bir şirket ve hükümet ile de sıkı fıkı. Film boyunca, Pandora gezegeninin doğasını, üzerinde yaşayan doğal hayatı ve Navi isimli yerel insansı yaratıkları hiçe sayan bir tutum görüyoruz. Hikayenin sonunda biliyorsunuz insanlar ve doğal hayattan büyük kayıplar oluyor ama tırnak içinde iyiler kazanıyor ve şirket çalışanları filmin sonunda derdest edilip dünyaya geri gönderiliyor. Burada yerlilere yakınlık duyan ve onlara katılan insanların da katkısını unutmayalım. Bu da ilginç bir konu aslında, yani kötü şirketlerin karşısında dik durabilen belli değerlere sahip insanlar konusu… böyle bir mücadele de var.
Son bir örnek olarak da, Altered Carbon’ın yaratıcısı Rickard K. Morgan’ın Market Forces kitabından gelsin… Morgan’ın üçünkü kitabı olan bu hikayede, 2049 yılının Londra’sında zenginlerle fakirlerin ayrıldığı, şirket yöneticilerinin terfi için birbirleriyle ölümüne düello ettiği ve bunların spor karşılaşması gibi canlı yayında yayınlandığı belki de hiç yaşamak istemeyeceğimiz bir dünya görüyoruz. Hikayenin kahramanı Chris ve çalıştığı şirket Shorn Associates bir Latin Amerika ülkesinin diktatörünü değiştirerek kendi destekledikleri müşterilerini başa getirmek için neler neler yaparlar… Şirketlerin üçüncü dünya ülkelerinin yönetimlerine doğrudan etki etmeleri, ihalelerin çözümü için kanlı çatışmaların yaşandığı, belki biraz da bu kadar olur mu diyebileceğimiz bir dünya bu. Chris’in çalıştığı departmanın adı da çok ilginçtir… “Conflict Investment”... Çatışma ya da Savaş Yatırımı departmanı… Kendim de iş dünyasından geldiğim için bu hikaye benim çok ilgimi çekmişti…
Bu şirketler ve distopik geleceklerin ilgimi çekmesinin sebebi ise biraz da şu:
bunlar gerçekten olmayabilecek şeyler midir? Günümüzdeki dev şirketleri, politikaya, sağlığımıza ve geleceğimize etkilerini düşünelim… Trilyon dolarlara varan şirket değerleri… mesajlaşma, sosyal medya, iletişim gibi çok ktirik teknolojileri kontrol edebilme yetenekleri… politikaya, geleceğe, hayatımıza olan etkileri… “Amaaaaan alt tarafı bilim kurgu kitapları işte” diyerek geçip küçük görebileceğimiz saçma olasılıklar mıdır bunlar?
(MÜZİK)
Kapanışa geçmeden, bu bölümün tavsiyesini de paylaşmak isterim.
Martha Wells’in Murderbot Diaries serisini tavsiye ederim. Burada kendine murderbot (katil robot) ismini takan bir güvenlik androidinin maceralarını keyifle okuyabilirsiniz. Murderbot aslında artık bir katil değildir, üzerindeki devlet kontrolünü kaldırmış ve artık insanların emirlerine uymak zorunda değildir, ve eski hayatı yerine sevdiği dizi ve filmleri arka arkaya seyretmeye daha meraklıdır. Ben hem bu karakteri, hem çizilen gelecek dünyayı hem de biraz da kadın gözüyle biraz değişik olan bakışı çok sevdim. Bu arada burada da biraz önce bahsettiğim şirketler ve ölümüne rekabet konuları da ilk kitapta vardı. Bu serinin ilk kitabı All Systems Red ve devam eden seriyi okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
Ayrı bir konu ama, Asimov ustanın eserlerinde bazen içimi buran bir konu şu, bazıları 50’li yıllarda yazıldığı için günümüz modern teknolojilerine biraz uzaktır, hatta hala kağıt, disk ve mikrofilm tarzı teknolojilerin kullanıldığını görürsünüz. Bunlar da Wifi, internet, mobil iletişim ve dijital içerik gibi yeni teknolojilere göre bazı konularda amiyane tabirle eski moda kalmaktadır. Modern bilim kurgu kitaplarında ise netflix tarzı servislerin, internet tarzı iletişim ağlarının, kablosuz erişimin, sanal gerçekliğin ve otonom makinelerin işlenmesi yani günümüzdeki teknolojilerinin ve konseptlerinin kullanılması hoşuma gidiyor.
Bu da bize, bilim kurgunun, aslında yaratıldığı dönemin de bir ürünü olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor.
(MÜZİK)
Evet, üçüncü bölümün sonuna yaklaştık.
Bölümü, V for Vendetta filminden V’nin bir sözüyle bitireyim. V’yi hatırlarsanız, Anonymous ve diğer tepkisel hareketlerin simgesi haline gelmiş Guy Fawkes maskesini de ünlü yapan karakter… Dünyada son 20 yıldır olanlar gördükçe, gelecekten endişe etmemek çok mümkün olmuyor. Cehaletin, ırkçılığın, korkunun artmasını gün be gün kendim bizzat gördüm. Sorular sorular… İnsanlık var olmaya devam edecek mi? Birbirimizi yiyip sonunda kendimizi yok mu edeceğiz? Belki de evren bizim gibi olgunlaşmadan kendi ipini çekmiş ırklarla doludur. Çocuklarımız ne yapacak?
Kötü karakterlerden Creedy, V’ye arka arkaya ateş edip öldürmeye çalışır ama V bir türlü ölmez. Creedy panik ve öfke içinde neden hala ölmediğini sorar - biraz da kendi kendine söylenmektedir. V de cevaben der ki
“Bu maskenin arkasında et ve kemikten daha fazla birşey var… Bu maskenin arkasında bir düşünce var Bay Creedy… ve düşünceler kurşun geçirmezdir.”
(MÜZİK)
Böylece bu bölümün sonuna geldik. Bilim Kurgu Manyağı ben Gökhan Engin, hepinize sevgiler ve selamlar. Okuyun, İzleyin, Merak Edin.
Tekrar görüşmek üzere.
(MÜZİK)